Beyannâme

Beyannâme

Yaşadığımız yüzyıl; mahalli, yöresel ve geleneksel usûllerin yok edilip, tümüyle endüstriyel işlem ve yöntemlerin dayatıldığı sentetik bir çağ. Gıdaların tabiî ve tayyib/fıtrî vasfının özellikle de mâsûmiyetlerinin yok edilmesi hiç de mâsum bir çabanın neticesi değil.

Modern dünyanın ölümcül kirleticileri, sadece tabiattaki minik canlılar için değil, başta insan olmak üzere bütün bir kainatı tehdit etmekte.

Tohum, şu ya da bu ad verilerek gen azaltımı ve/veya değiştirilmesiyle artık sadece ticârî bir meta değil, aynı zamanda sessiz bir silah. Bir kirli el, insan ve tohumun bitip tükenmek bilmeyen doğurganlığını sona erdirip, kısırlık mühendisliği yapıyor.

Memleketlerimiz, renklerimiz, dillerimiz, coğrafyalarımız, dinlerimiz, cinsiyetlerimiz, yaşlarımız, hoşlandıklarımız, yöntemlerimiz, tercihlerimiz ve değerlerimiz farklı olsa da, hepimizin ortak paydası ‘insan’ olmak. Birileri çeşitliliğimizden çok ama çok rahatsız! Hepimizi aynılaştırmaya çalışıyorlar. Asyalısı da, Avrupalısı da, Afrikalısı da, Amerikalısı da aynı şeyleri yesin, aynı tatlardan hoşlansın istiyor. Zenginliklerimizi yok etmek için aramızdaki farkları yok etmeye çalışıyorlar.

Geliştirdikleri âlet, usûl/yöntem ve iğrenç maddeleri kullanmamız için hiçbir fedakârlıktan(!) kaçınmıyorlar. Bizleri kendi değerlerimiz, ‘geleneksel’ ve ‘tayyib/fıtrî/tabii’ üretim biçimlerimizden koparmak için amansız bir mücadele veriyorlar.

İstiyorlar ki, onlar emretsin biz yapalım. En öncelikli amaçları: Kısırlaştırmak ve sayımızı azaltmak! Kalanlarımızı da adına ‘küresel dünya’ dedikleri bir kışlaya tıkıp, emirlerini uygulamamızı arzuluyorlar.

İnsanlık, tarih boyu geliştirdiği araç ve usûllerileri binlerce yıldır kullandı ve bu yöntemlerle ürettiği gıdalarla sağlıklı bir hayat sürüp gidiyordu. O adama benzeyen lâkin insanlığını yitirmiş tipler önce tohum sonrada fide, ilaç, gübre, hormon vs. derken tarımı/ziraatı; endüstriyel işlemler, katkı maddeleri ve ambalajlar derken de gıdayı bozdular.

Artık her mevsimde, daha adını bile duymadığımız binlerce türü artık kolayca bulabiliyoruz. Çobanın sofrasıyla müsteşarın sofrası, fakir sofrasıyla zengini sofrası aynı zehirle pişmiş aştan müteşekkil.

100 yılı devirmiş fakat hiç aşı, ilaç dolayısıyla doktor yüzü görmeden ahrete irtihal eden insanların yerini, onlarca aşı, torba torba ilaç, tonlarca gıda yiyip içtiği halde sağlıksız insanlar aldı. Ve artık iki yaşında çocuk bile kanser…

Hastalığın değil, sağlığın istisna olduğu, şer bakımından alabildiğince zenginleşmiş bir çağın şahit ve zanlılarıyız hepimiz. Zamanı, sağlığı, gelecek neslin haklarını, serveti, tohumu, gıdayı, diğer canlıları, suları kısacası her şeyi öylesine hoyratça kullandık ve kullanıyoruz ki, sanki bizden sonra kimse yaşamayacak bu dünyada. Sanki hepimizi ortak bir cehenneme koşuyoruz ve sanki hiçbirimiz hesap vermeyeceğiz Yüce Kudret’e.

Aslında hepimize soytarı elbisesi giydirmişler. Lâkin ya karşımıza koydukları ayna giydiğimiz o soytarı elbisesi göstermiyor, yâhut da biz bu elbiseden çok mutluyuz?

Eski insanların iki kelimesinden biri vebaldi. Oysa şimdi bunun ne mânâya geldiğini bile bilmiyoruz.

Eskiden kapıya kilit vurulmazdı. Oysa şimdi çelikten zırhlar bile kifayetsiz!

Eskiden kimin aklına gelirdi babamızın tarlaya kurt-kuş uğramasın diye zehir boşaltacağı! Sahi kimin aklına gelirdi çiftçinin tamahkârlık edip çoluk çocuğunu, fakir fukarayı, garip gurebâyı zehirleyeceği! Oysa şimdi annenizin sevgi katarak ürettiği ekmeği bile gönül rahatıyla yiyemiyoruz. Kabul! Devir değişti, lakin asıl değişen insandı. Kim bilir, belki de en çok hasret duyduğumuz şey vicdan…

Eskiden bir süt satıcısı, sütünü ‘suuuüüüt’ diye bağırarak satarmış. Çevresindekiler ‘neden adam gibi süt diye bağırmıyorsun’ demişler. Yüzü kızaran adam yalan söyleyemediği için demiş ki: “Söylemesi ayıp, ben sütümün içerisine biraz su katıyorum da. Muhtevası konusunda dürüst olmak için böyle söylüyorum!”

Artık böyle hilekârlara bile hasretiz. Böyle bir hile ile uğrayabileceğiniz en büyük zarar, suyu süt fiyatına almaktır. Amma velâkin yiyip içtiğimiz hemen her şeyin içine, çeşitli adlarla pazarlanan binlerce kimyevî toksik madde ekleniyor. Genç, yaşlı, kadın, erkek, anne adayı, hâmile, bebek, hasta ayırmaksızın hepimizin damarlarında dolaşıyor bu zehirler.

Eskiden ahlâklı olmak ve dürüstlük esas, yalan istisnaydı. Artık gizlemek ve aldatmak neredeyse ticaretin bir parçası gibi görülüyor. Eskiden tâcir demek dürüst ve itibarı temsil ederdi. Çünkü dürüst tüccarın şehitlerle birlikte haşr olunacağına inanılırdı. Artık gemisini yürüten sırça köşklerde yaşıyor.

Eskiden ticaret hem maddî, hem de mânevî kazanç için yapılır, kurdun kuşun, gelen geçenin, konu komşunun hakkı gözetilirdi. Şimdi öncelik ‘hak’ değil, kazancın…

Her şeyimiz var artık! Dahası lüks/müsrif bir hayat sürüyoruz. Gıda da, ilaç da, hastane de, doktor da hapishane de bol. İyiliğin suç; yalan-dolan ve sahtekârlığın pirim yaptığı, sağlığın değil, hastalığın esas olduğu bir dönemin umursamaz şahitleriyiz hepimiz.

Artık neredeyse herkes obez, herkes diyabet. Herkes kanser olma korkusu çekiyor. Virütik olmayan, modern çağın ticârî, toksik ve başka bir deyişle zenginlik hastalığının taşıyıcılarıyız.

Modern devlet, gıda ve sağlık konusunda tercihini insandan değil, ekonomiden yani şirketlerden yanı kullanıyor. Ölümler bile nedenleriyle değil, sayılarıyla değerlendiriliyor.

Bir yandan bunlar olurken, diğer yandan da hemen her üretici ve satıcı, ürününün organik, doğal, geleneksel, naturel hatta helâl olduğundan söz ediyor. Fakat kendilerinin bile inanmadığı bu iddialara herkes tebessüm edip geçiyor ne yazık ki.

Eskiden esas olan mide değil ruhtu.
Eskiden haz için değil, yaşamak için yenilirdi.
Eskiden herkes herkese güvenir ve her şeyimiz tabiiydi.
Kimse zehir katmazdı işine ve aşına.
Tohum ise ticari bir meta değildi.
Ya şimdi?

Evet, başka bir çağda yaşıyoruz. Ve bu çağ, insanlık tarihi boyunca biriktirdiğimiz ne kadar bilgi ve değer varsa hepsinin modernlik adına çöpe atıldığı ve üstünden buldozer gibi geçilip gidilen karanlık bir çağ! Sanki hoşgörü, vefa, sadakat, güven, tabii, tayyib, fıtrî yani tabiiliğin yerini; karmaşa, tamahkârlık, şehvet, vefasızlık , necislik ve kirlilik almış…

Bir toplum, ‘bizim’ diyebileceği bir şeyleri var olduğu müddetçe vardır. Peki, artık yeni neslin ‘bizim’ diyebilecek neyi var? Geçmiş değerler öldüyse biz var olabilir miyiz? Kökü olmayan ağaç yaşamaz da, kökü olmayan toplum yaşar mı?

Biz biliyoruz ki; toprak kendine atılan hiçbir gerçek tohumu yeşertmemezlik etmemiştir. Ve toprak her tabiî tohumu yeşertip, kıyamete dek sürecek bir hayata kaynaklık etmeye söz verdiği günden bu yana, sözünden hiç dönmedi. Ya biz?

Biliyoruz, et ve ot ölür ama insanlık ve insanlığın kadim değerleri asla ölmez!

Biz onu yeşertmeye muktedir değiliz elbette. Ama ruhumuzun onun yeşermesi için mücadele etme sözünün ardında duruyoruz. Onun için buradayız ve mücadelemiz o sözün sahibine olan borcumuz.

İşte bu nedenle diyoruz ki; iyiliği istemek ve onun yaşaması için çalışmak hepimizin görevi. ‘Temizi/tabiiyi üretmek’ ve ‘temizi/tabiiyi yiyip içmek’ insan olmanın gereği!

Biz
küreselleşme masalına,
benzeşme dayatmasına,
açlık edebiyatına,
kötülük kervanına karşı yeşereceğine inandığımız bir tohum ekiyoruz.

Bizim sözlüğümüzde ‘olmaz’ diye bir kelime yok. Kötülük ve onun ruhu olan iblis girsin istemiyoruz o yüz milyarlarca insanın ilmek ilmek dokuduğu bu sözlüğe.

‘Toprak’ bizim için ana gibi bir yâr, ‘tohum’ bizim için baba gibi bir dev, ‘su’ bizim için bir rahmet, ‘güven’ bizim için yitik bir hazine, ‘vicdan’ bizim için mukaddes bir vecibe, ‘temiz/tabii/fıtrî/tayyib’ bizim için bir emirdir.

Bunun için çıktık yola.

İyi de ne yiyelim, içelim? Tabiî tohumu nereden bulalım gibi soruları, cevabı en güç suâller gibiydi. Bu yüzden ayı umudumuza fener, güneşi hayalimize kandil yaptık…

Biz susmasını da biliriz kelimemiz tükendiğinde! Ama şimdi susmak değil, kükreme, bir küheylan gibi inat etme vaktidir.

Bizim görevimiz bir taş alıp atmaktır hedefe! Bir tohum ekmektir toprağa! Netice almak değildir işimiz! Ama tohumu netice almak için ekeriz biz!

İşte bu çaba bir tohumdur, kötülüğe inat gerçek bir tohum.

Söz, o gün geldiğinde susacağız ama şimdi vakit şafak! Susmak için güneşi bekliyoruz.

Biz insanız ve dâhi Müslüman! Ve insan, en tabiisine layıktır! Nefsimizi bahane etsek de niyetimiz hepimiz… Siz de varsanız temizi üretmeye ve yiyip içmeye…

İşte biz ve eksiğiyle, fazlasıyla GELENEKSEL’imiz!