Topraktan gelip, gene toprağa gidecek olan bizlerin, aradaki süreci alışveriş merkezlerinde tüketmesi ne derece anlamlı? Aynı ev içinde birbirimizle iletişim kuramazken, son model cep telefonlarına sahip olmamız yaşamı daha mı anlamlı kılıyor?
Ayla Seyhum
Geçtiğimiz ay büyük bir kente düştü yolum. Aslında kentin içine girmedim bile. Gençliğimde dışında kalan, şimdilerde nerdeyse merkezinde olan bir yerde konuk oldum iki gün. Sıkı bir deneyim oldu benim için. Köyümden, evimden, ekmeğimden, soframdan uzak bir dünyayı seyrettim. Koca koca alışveriş merkezleri sıralanmış yan yana. Hepsinin de park yeri tıklım tıklım dolu. Onca insan “boş” olan zamanını, “fazla” olan enerjisini buralara ayırmış demek ki. İçerde bir şeyler üretiyorlar mı bilmem ama tükettikleri, tüketirken de tüketildikleri kesin olsa gerek. Yanlış anlamayın sakın sizi yargılıyor filan değilim. Sadece anlamaya çalışıyorum nerde durduğumu. Kendimi arafta kalmış gibi hissettim de oralarda.
Doğanın orta yerinde, olabildiğince bozulmamış, lezzetini kaybetmemiş az ama öz şeyler bulup yerken keyfim yerindeydi. Kocaman açık büfe kahvaltı sofrasını görünce, gözlerim büyüdü birden. Peynirlerin aldığı şekilleri, yumurtanın hallerini, zeytinin soslarını, salataların albenisini, böreklerin tazeliğini anlatamam. Bu sofrayı hazırlayanların telaşı, size cazip gelecek bir şeyi ille de bulmak ve cebinizdeki parayı kendi kasalarına aktarmak. Bu konuda çok kararlı oldukları büfenin zenginliğinden belli.
Para ve beton ile gelen kölelik
Para aslında takasın tükendiği yerde çözüm olmuş. Yani diyelim ki o ayakkabıcı, sen de sepetçisin. Senin ayakkabıya ihtiyacın var ama onun sepete yok. Ne vereceksin karşılığında? Böylece para her şeyin yerine geçer olmuş. Bir şeyi üretirken harcanan enerjiye denk bir birim belirlenmiş ve o kadar birimlik bir fiyat konmuş. Yani bizim kahvaltıcı o peynirlere şekil vermek için harcadığı enerji karşılığı olarak sizden, bütün gün kapalı büroda çalışarak harcadığınız enerji için size ödenen parayı istiyor. Çok mu karmaşık oldu? Anlaşılan günümüzde harcadığımız enerji tamamen göz ardı edilerek sadece cüzdanımızdaki para önem kazanmış. Her şeyi idare eden para olmuş. Öyle bir sistem ki bu, önce bizi özendiriyorlar, arzulatıyorlar, bilinçaltımıza işliyorlar, sonra da sunuyorlar. Çocukluğumda bir margarinin tanıtıldığı, mutlu aile tablosunu resmeden reklam beni kıskançlıktan çatlatırdı. Biz öyle bir aile değildik. Şu adı lazım değil margarinden alsa idik, öyle mi olacaktık? Böylece bizi programlayıp, özendiğimiz şeye sahip olmak adına bir çeşit köleleştirdiklerini anlamam yarım yüz yıl sürdü. Ona ulaşmak için çalışırken, aslında kimin için çalışmış olduğumuz gözden kaçıyordu. Anladığımızda ise iş işten geçiyor. Zincirleri kıracak gücümüz kalmıyor.
Tüm bunlara ihtiyacımız var mı gerçekten?
Topraktan gelip, gene toprağa gidecek olan bizlerin, aradaki süreci alışveriş merkezlerinde tüketmesi ne derece anlamlı? Aynı ev içinde birbirimizle iletişim kuramazken, son model cep telefonlarına sahip olmamız yaşamı daha mı anlamlı kılıyor? Yoksa onları bize dayatanlara mı anlam kazandırıyor bilemiyorum.
Bu büyük soruları yanıtlamak bize düşmemiş. Ama işte akıl bu durmuyor ki, maymun gibi zıp zıp oradan oraya atlıyor. Ben döneyim gene o büyük kente. Kocaman bir armağan aldım evinde kaldığım dosttan; minik bir kavanoz arpa tohumu. Adı, peygamber arpası imiş. Köyün birinde bir delikanlı dedesinden kalma, yarım teneke bu arpadan bulmuş. Artık kimsenin ekmediği, varlığını bile unuttuğu bu arpanın sert kabuğu yok. Kırmaya gerek olmaksızın öylece yiyebiliyor insan dişlerinin arasında ezerek. Hazine gibi bir şey bu. Dostum o yarım tenekeyi tohum olarak kullanıp, yeni tohumluk üretmiş. Payıma bir minik kavanoz ayırmış, bahçeme dikmek üzere. Sardım, sarmaladım el çantama yerleştirdim onu özenle.
Ertesi gün bir ödeme yapmak için bankaya düştü yolum. Bankanın kartına sahip olmadığım için, kart kullanmadan bir numara aldım. İçerde tek bir müşteri vardı. Sevindim hemen sıra gelecek diye. Sen misin sevinen! Benden sonra bankaya gelen en az on kişi, benden önce işlemini yaptırdı. Onların kartı vardı çünkü. Sinir barometrem bir yükseldi ki… Neler geçmedi aklımdan. Kartım olmadığı için ne hallere düştüğüme öfkelendim. İsyan ettim. Müdüre çıkmak bile geçti içimden. Ne yani ille de parası, kartı, o bankada hesabı mı olmalı idi insanın, insanca muamele görmesi için. Kendimi güçsüz, zavallı, yoksul hissettim… Sonra sistemin beni soktuğu bu hale öfkelendim. Çok öfkelendim.
Ve birden çantamdaki minik arpa kavanozu geldi aklıma. Omuzlarım diklendi. Güvenim yerine geldi. Gülmeye başladım deliler gibi. Allahtan susmayı becerip, çenemi tuttum. Susmasaydım soracaktım onlara, paralarını ekseler arka bahçelerine, topraktan para biter mi acaba diye. En büyük hazine benim çantamdaydı, bilmiyorlardı. Tohumlarım bire on verecekti başaklarında ve bir gün bir dünya beslemeye yetecekti! Özgürleştim tüm öfkemden… Farkındalığın getirdiği özgürlüktü bu. Tanıdım yüreğimdeki hafiflemeden.
Korktum sonra birden. Aklıma düştü, onlar tohumlarımızı da kontrol altına almışlardı. GDOlular, hibridler, patentli tohumlar. Sahip çıkmazsak yerel tohumlarımıza, onların bize biçtiği değer ölçüsünde, yapay lezzetlerle donanmış sofralarda kendimizi doymuş zannederken, aç kalkacak ruhlarımız. Daha sıkı sarıldım kavanozuma.
Şimdi onlar minik bahçemin başköşesinde. Seksen yaşındaki komşu amcam salladı kazmayı, eledi tohumu bir güzelce, tırmıkladı sonra da... Tamamı karıncalara yem olmadan düştü yağmur üzerlerine. “Bu örnek olacak, iyi bakmalı” dedi. Anlamıştı heyecanımı, daha önce hiç görmediği bu cinsini arpanın, kendince önemli ve kıymetli bulmuştu. Beni daha bir sevmişti kendince, onun için yaşına bakmadan bahçemde alın teri döktü, enerjisini saldı toprağa.
Rahim olanın toprağında, rahmeti ile buluşan peygamber arpasından bir gün size de düşerse, kulağımızı çınlatın.
Kaynak: indigo dergisi
2006 yılında çıkarılan ve yürürlükteki 5553 sayılı kanın kadim / atalık /ananevi / eski / fıtrî / tabii tohumlarla ilgili pek çok konuda yasaklar getiriyordu. Genetik yapısıyla oynanıp hibrit adı altında satılan tohumları dayatan ve tabii tohumlara yönelik yasak getiren kanunun değişmesi için CHP, TBMM'ye teklif sundu. Gıda Hareketi olarak tüm siyasi partilere bu teklifi destekleme ve bir an evvel kanunlaştırma çağrısı yapıyoruz.
Alman ilaç ve kimya devi Bayer, yabani otlara karşı kullanılan glifosat maddesinin kansere yol açtığı gerekçesiyle hakkında açılan davalarda anlaşma yoluna gitti. Bayer, davacılara 10 milyar 900 milyon dolar ödeyecek.
Türkiye’de GDO’lu tohumun üretim ve satışı yasak olmasına rağmen büyük bir skandal ortaya çıktı. Tarım ve Orman Bakanlığının her türlü deneme ve incelemeleri yapılarak satışına izin verilen belgeli tohum da bile GDO tespit edildi.
Karpuzun içindeki çatlaklar çok büyük bir tehlikenin habercisi olabilir. Bu çatlaklar, forchlorfenuron adındaki büyümeyi artırıcı kimyasalın sonucunda oluşuyor.
Fransız bilim adamlarının yaptığı araştırma, günde fazladan 100 mililitre şekerli içeceğin, kansere yakalanma riskini yüzde 18 artırdığını gösterdi.
Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Tıp Fakültesinde bir grup bilim insanı, deney hayvanlarıyla yaptığı çalışmada, yayık tereyağının 'öğrenmeyi olumlu etkilediğini', 'margarinin ise 'depresyonu tetiklediğini' tespit etti. Kaynak: Bilim adamları margarin, ayçiçek yağı, zeytinyağı ve tereyağını inceledi sonuç şaşırtıcı
Akredite laboratuarda yaptırdığım analiz sonuçlarında aflatoksin içermeyen süt bulamadım. Tamamen önlenebilir bu durum üretici hatası olup, sütü işleyen firmalarla hiçbir ilgisi yoktur.
Ülkemizde, dünya sığır ırkları listesine girmiş 4 ana sığır ırkı bulunmaktadır.
Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi'nin dünyada bir benzeri daha olmayan Ambalajlı İçme Suları Raporu yayınlandığında başta su firmaları olmak üzere Sağlık Bakanlığı'nın saldırısına maruz kalmıştı. Suç duyurularında bulunulmuş ancak savcılar Gıda Hareketi yetkililerini haklı bulmuştu.
Yorum Yap
Yorumlar